Hayat Dediğin... Üçüncü Gün

"Âh mine'l aşkı ve hâlâtihî, ahraka kalbî bi-harârâtihî."

 Aşkın en yalın halinden bahsedebilirim istersen sana saatlerce ya da iyelik ekleri ekleyebilirim sonuna. Bana, beni, sana, seni, ona ve onu. Her hali güzeldir aşkın. Haller arasında ki tek değişken ise çektirdiği acının kat sayısından ibarettir. Özünde güzel olan şeyin bünyede harabata sebebiyet vermesi garip de gelse kulağa, aşkın ızdırabı ile eziyet çeken biçarenin inlemelerinde acıdan, hüzünden, dertten öte bir muhabbet vardır. İnsan kalbi ile sever denilmiştir, lakin ruhu ile yanar diye bilinmiştir. Kalpten kasıt nasıl kan ve kastan ibaret et parçası değilse yanmak da ateşle çakmakla değildir.

Seni seviyorum demenin sığ kaldığı, sana aşığım demenin manayı anlatabilmeye yetmediği bir halin izahını kelimelere yüklemek vicdansızlıktır. Zira gönül âleminde kopan fırtınanın zerresi dünya üzerinde kurulmuş en mükemmel  insan kelamını dahi aciz bırakacak kadar acımasızdır.

Aşkın elinden tutmak, yanmayı peşinen kabul etmek de olsa, isteyerek, bile bile yapılan bir eylem değildir çoğu zaman. Bir anda bulabilirsin kendini bu yangının içinden hiç fark etmeden. Bir bakmışsın yanıyorsundur tüm zerrelerinle.

Sen, sen değilsindir artık. O olmak istersin, onla olmak istersin, ondan bir parça olmaya bile razısındır aslında. Küçüldükçe küçülürsün. Nefsinin bile önemi yitip gider zamanla, Ben, ben, ben diyen o insandan geriye O, O diye inleyen bir biçare kalır. Hüküm sahibi olan rabbin bir imtihanıdır aşk. Tüm halleri ile güzeldir aşk. Ah içimizi yakan aşk.

Neye sığınırsın, en karanlık düşüncelerin sızdığı zaman kalbine? Derin bir huzura ihtiyaç duyduğunda kalbinin ta diplerinde. Yalnız olmadığını hissetmek istediğinde. Kime sığınırsın? Birileri olmalı seni böylesine ayakta tutan. Dua eder misin benim için? Bağışlanır mıyım ben de? Gerçekten Rabbinden ister misin bunu benim için?  Ben mi? Gerçekten yüzüm var mı böyle bir şeye hiç bilmiyorum. Kim bilir, belki de huzuruna çağırılacak kadar kalmamıştır nasibim kapısında. Cidden dua eder misin benim için? Günahlarım için bağışlanma belki. Hayır, hayır sana anlatamam. Benim bedenime üflenen ruhun da bir sahibi var diyebilmeye devam etmek için istiyorum bunu.

Nasip kapısının dibinde durup, o kapının arkasındaki nasipsizlik bahçesine adım atmak da ihtimaller dâhilinde bu hayatta. “ Ellerin kurusun ya Ebu Leheb *” Ne kadar ağır ve ne kadar zavallı ve ne kadar acizce. Sonsuz kaynağın dibindeyken bir tas bile su içememek. Kısmetsizlik miydi yoksa enaniyetin, ben demenin, böbürlenmenin, gerçekle inatlaşmanın, aşırıya kaçmanın, kibrin kaçınılmaz sonucu mu?

Gerçekten bana dua eder misin?

Sevgi dolu bir çocukluk geçirmiştim aslında, iyi bir eğitim almış, hep iyi insanların, saygın kişilerin arasında bulunmuştum. Annemin elinden tutup kemeraltının dar sokaklarında gezdiğim günler geldi aklına. Cebimde rengârenk misketleri, denizden esen imbatın kokusu ciğerlerimde, şile bezinden işlemeli askılı pantolonumla gökyüzünde ki martılar kadar özgürdüm o zamanlar.

Ahh! Çocukluk. En büyük tasanın gün batmadan eve yetişmek olduğu, evde mis gibi taze ekmeğin sıcacık tarhanayla kaşıklandığı, anneannenin gül kokulu tülbendinin masallar diyarından bir gezinti demek olmalığını anlatan o güzelim çocukluk yılları.

Birde Ayperi vardı. Karşı pencerenin güzel kızı. Yemyeşil gözleri körfezle yarışırdı, sarı saçları rüzgârla dans ederdi. Konuştuğu zaman kelimeler inci misali dökülürdü kırmızı dudaklarından. Yürüdüğü yolların kokusuna takılıp hızlı adımlarla onu takip edebilmek aşkların en güzeliydi.

Ne aşklar yaşamıştı o zamandan bu yana. Ne kadınlar girmişti hayatıma. Ne sevdalar tutulmuştum iliklerime kadar, doludizgin. Ama Ayperi başkaydı. İlkti, ulaşılmazdı, hayaldi. Şimdi hatırlandığında yalnız gecelerin sabahında, dudakta oluşan ufak bir tebessümden öte içinde bir yerleri acıtan bir şeydi. Unutulmazdı...

 

Ve arkası yarın…

Comments powered by CComment