Hayat Dediğin… İkinci Gün
Siz hiç düşünmüyor musunuz? (Ali İmran /65)
Niye bu kadar soru işareti var hayatımda, hayatınızda, hayatlarımızda? Sorular sormanızı istiyorum, korkmadan, çekinmeden ve cevaplarını bir bir anlatırcasına kendinize. Soru işaretleri kemirmeli beyninizi. Ve gecenin bir vakti olduğunda, unuttum artık dediklerinizden bir parça, bir kıymık gelip batıp kanatıyorsa içinizi, hala bir damla da olsa akıyorsa gözyaşınız. Daha çok soru sormalı değil misiniz kendinize? Sorgulamadığın hayat senin değildir.
?
?
?
Ağladım ulan, ağladım işte, yine ağladım. Kahretsin ki yine ağlattın. En son hanginiz ağlatmıştı beni? Hatırlamaya çalıştım. Hayal meyal. Ya da ne ara hepinizden bir tutam gelip oturdu hıçkıra hıçkıra ağlayamadığım boğazımın tam düğüm yerine. Doğru ya aslında hep oradaydınız. Ne olur vurmayın artık şu ameliyatlı yerime. Çok acıyor.
Vicdan sen ne garip şeysin? Ne garip pazarlıkların var senin? Muhasebelerin mi daha zor yoksa manipülelerin mi ruhumun derinlerinde. Acıdığım şey kendim miyim ya da eksik kalanlar mı hayatımda? Unut be aklım. Beynimin kıvrımlarında gezinmesinler artık.
Yalnızlık nasıl anlatılır? Nasıl yaşanır? Yaşanmıyor işte. Anlatılamıyor da zaten. Yine kaldın işte bak kendi başına. Hatalarının bir bedeli olmalıydı. Hayatındaki her sonuç, sebeplerinin esiriydi sadece. Sonuçlara katlanmaksa senin kaderin. “Tut elimi, buradan gidelim” desen şimdi, gidebileceğim yerler daha çok korkutuyor beni. Yolun neresinde terk ederdin beni acaba? Yolda yürürken sürekli bu şeytanla konuşmak. Vesveselerin sesi, senin nefesinden daha sıcak esiyor enseme. İçim ürperiyor. Durup gölgene bakıyorum. Gölgen mi yoksa hayalin mi daha karanlık bilemiyorum.
Karanlıktan çok korkardım ben eskiden. Gözlerim alışıncaya kadar değil, ölümüne korkardım. Belirsizlik, ne yapacağını, nereye gideceğini, kimin elinden tutacağını bilememek. Kaybolmak ve bir daha asla var olamamak. Yok olmak. Bir hiç olmak. Varlığımla kutsadığım dünya sahnesinde yapacağım, kanıtlayacağım daha çok şey vardı benim diye haykırarak kaçmak istediğim karanlık. Ne kadar kaçarsan kaç, eline tek geçen şey sadece yorgunluk.
Yoruldum. Gerçekten çok yoruldum. Yürümelerden, konuşmalardan, anlatmaktan, dinlemekten, koşmalardan, kazanmaktan, kaybetmekten, ağlamaktan, gülmekten, tekrar ve yeniden sevmelerden ve bunları tekrar, tekrar, tekrar yeniden yapacağımı bilmekten. En çok da bilmekten yoruldum. Belki de her seferinde farklı bir sonuç alacağını umup, yine aynı sonuca ulaşmaktan bıktım. Değişmeyen tek şey değişimin kendisiydi ya hani, bende değişen tek şey yenilginin şekliydi.
Hayat tiyatrosundaki büyük ve küçük, hâsılı tüm yenilgilerine baksak şimdi, hepsinin tek bir ortak noktasını buluruz. Hayal kırıklığı. Yenildiğim yerden kalkıp tekrar yürüdüğüm de oldu tabi. Dedim ya yoruldum. Hayatın anlamını ve mutluluğu sucuklu yumurtaya indirgeyebilecek kadar kanaatkârdım aslında.
Yazar aşağıda ki paragrafta neyi anlatmak istemiş diye sorulan soruların beş seçeneğe sıkıştırılmış cevabı gibiydi hayat, dört yanlış seçenek, bir de doğruyu götürünce, geriye kalan yazara sorulması gereken ne anlatmak istedin sorusuydu sadece.
Hayat her nefeste bin bir meşakkatin yoğurduğu uzun bir yolculuktu, sonu ne zaman gelir bilinmez bir roman misali. Ben bu yolun her kaldırımında sıra dışı hayallere tutulmuştum. Gerçeklerim bilinmezlere karışmış, bilinmezlerim yanlışları doğurmuştu. Yanlışlarımın yükü omuzlarımdayken bugün, onarılması imkânsız hataların acısıydı vicdanımı böyle acıtan.
Hatırlasana, neydi en büyük hayal kırıklığın? Kendine dahi itiraf etmekte zorlandığın şeyi anlat bana. Durmasana. Niye sustun? O kadar fazla mı yoksa hayal kırıklıkların? Onu sevdiğini söylediğin de “ – Bunu senden hiç beklemezdim” demesi miydi yoksa “ – Niye ben” diye eklemesi miydi? Bak yine geldi aklıma birden. Ne de güzel gülüyordu gözleri, inanmamı istediği yalanları bir bir sıralarken.
Ve arkası yarın…
Comments powered by CComment